Sevdiğim sanatsal filmler 3- Midsommar / Ritüel

Tam 2 saat 27 dakika süren epeyce uzun metrajlı bir film. Vizyona girdiği zaman fragmanını izleyip “mutlaka izlenecekler” listeme eklemiştim ama uzunluğundan sebep elim de bir türlü gitmiyor, o da ötelendiği uzaklarda izleneceği günü bekleyip duruyordu. O gün dün akşammış. Geniş geniş bir zaman bulmam önemli bir etken olsa da asıl etken bir kaç gün önce dünyanın gözü önünde içinde bir dolu paganik semboller barındıran, adına da “taç giyme töreni” denilen Prens Charles’ın krallığa geçişini resmileştiren o esrarengiz-dehşetengiz paganik ritüel dolu töreni görmem oldu. Siz de izlediyseniz ne çok şart şurt barındırdığını, ne saçma şeyler yapıldığını görmüşsünüzdür. Ama onlar “bu ne saçma şey”, “bu ne ilkellik” vesaire demeden her birini tek tek gerçekleştirdiler. Paganist çağların üzerinden binlerce yıl geçmiş, dünyaya semavi dinler yayılmış, paganizm tarihe gömülmüş zannedilirken 21. yüzyılda adamlar hâlâ 3 bin yıl öncesinin ilkel ama asla kopmadıkları ve vazgeçmedikleri ayinlerini sergiliyorlar. Güya bu İngilizler dünyanın en çağdaş, en modern, en demokrat insanları. Güya o topraklarda kimsenin inancı kimseyi enterese etmez. Güya dünya uluslarındaki krallıklar, imparatorluklar (bizim Osmanlı da dahil) en başta İngilizler tarafından yık(tır)ılıp monarşik yapılar tarihe gömülürken, bunlarda kalan bu monarşik statü ise sadece sembolik olarak kaldı! Sevsinler böyle sembolikliği! Adamlar “dünya üzerinde güneş batmayan imparatorluk”larını halen binlerce yılın öncesindeki o işgalci, sömürgeci, hükmedici ve katliamcı zihniyetleri ile günümüzde de yaşatma derdinde. Zira paganizm dünyanın en eski en vahşi dinlerindendir. Hz. Adem’den beri sevgili Allahımız insanlığa çeşitli peygemberler göndererek tüm insanlığı düzgün bir yaşayışa yöneltmek istemiş olsa da paganlar doğayı ve doğaya ait şeyleri ilahi güç kabul etmiş ve bu güçlere tapınmış, onların gazaplarından korktukları zamanlarda da barbarca ritüellerinden vazgeçmemişlerdir. Bu ritüellerin en korkuncu tanrılarına insan kurban etmeleridir. Dünya ülkeleri evrensel anayasal maddeleri ile insan öldürmeyi suç saydığından beri insan kurban etmek paganların ancak hayallerinde yaşatabildikleri bir özlem haline gelmiş olmakla birlikte, tanrılarını memnun edecek bu şeyi gerçekleştirmek her paganın iç dünyasında bastıramadığı arzusu, rüyasıdır. Belki de ruhumuz duymuyor, belki de dünyanın bir yerlerinde paganlar kurban ritüllerini bugün bile gerçekleştirmekte. Onlar için çok mu zor?!

Böylesi ilkel ve barbar bir dinin ritüellerini hristiyan ritüellerinin de içine katarak, hele de Birleşik Krallık gibi dünyanın mazlum ülkelerini sömürgeciliğiyle inletmiş, güç sahibi bir ülkenin, sembolik denilerek dünya insanlarının gözünde basit bir şeymiş intibası uyandırılmaya çalışılan krallık taç giyme töreninde gerçekleştiriyor olması dikkate ve üzerinde düşünülüp konuşulmaya değer. Zira paganizm dünyada yeniden hortlatılmakta.

Bu girizgah burada dursun. Ben taç giyme töreni ile beynimde Midsommar’dan da önce çağrışım yapan Shirley jackson’ın “The Lottery” (Piyango) isimli öyküsüne geçeyim biraz da. Bu öykü Amerika Birleşik Devletleri kırsalında geçer. Keşfinden sonra Amerika’ya gelenler Avrupalılar olduğuna göre bu kırsalda yaşayan insanların yaşamlarındaki ritüeller de o topraklara Avrupa’dan gitmiştir. Bu bilgiyi de ara not olarak verdikten sonra tekrar öyküye döneyim. Öyküde haziran sonudur, hava bir yaz havası ve günlük güneşliktir. Tüm köy halkı her zamanki gibi günlük yaşamına devam etmektedir. Bir kaç kişi de o gün yapılacak bir ritüelin hazırlıklarına başlamış, köy meydanını ve yapılacak şeyin araç gereçlerini bu ritüel için hazırlamaktadır. Bazı çocuklar da bir kenara taş istiflemektedir. Bazıları bununla yetinmez ceplerini de tıka basa doldurur. Hazırlıklar tamamlanınca kadınlar ev işlerini, erkekler tarla-tapan işlerini bırakıp tüm köy halkı bu meydanda toplanır. Her aileden bir kişi gelerek piyangodan çekilen kağıtlar kapalı şekilde ellerine tutuşturulur. Her aile merak etse de kağıdını alınca açmadan bekler ve herkes aldıktan sonra hep birlikte kağıtlarını açarlar İşaretli kağıt hangi ailede çıktı ise o aile içinde ikinci bir seçim daha yapılır ve seçilen kişi…. (öykünün en dehşet ve vahşet kısmı da bu) …. seçilen kişi biraz sonra o meydanda toplanan tüm köy halkı tarafından taşlanarak acımasızca öldürülür. Yani kurban edilir. Böyle dehşetengiz ve vahşetengiz paganik ritüelin anlatıldığı korkunç bir öyküdür The Lottery. Bu ritüel dahi kendi içinde başka başka ritüeller barındırır. Karakutudan vazgeçmeyiş bile bir semboldür, köy halkının bu karanlık ve kötü geleneğe körü körüne ve sımsıkı nasıl bağlı olduğunu sembolize eder. Yazar da öyküyü öyle güzel, öyle vurucu ve asıl amacını sezdirmeden öyle nefis kurgulamış, öyle gerçekçi bir atmosfer yaratmıştır ki, böylesi korkunç bir olayın kaleme alındığı kötücül bir öyküye hayran kalırsınız.

Üzerinden binlerce yıl geçmiş olsa da paganizm yok olmadı. Bazı insanların hayallerini halen süslemekte ve eyleme dökemiyor olsalar da rüyalarında yaşamakta. Tam da bu sebeple günümüz dünyasında her nerede paganik ritüeller gözümüzün içine baka baka gerçekleştiriliyorsa “aman bana ne” deyip geçmektense “bunlar kim, amaçları ne, arka planda ne ya da neler var” diyerek bir farkındalık, bir merak edinerek meseleye kayıtsız kalmamak gerek. Sonra da dönüp dünyayı yönetenlerin aslında konuşma dili dışında bambaşka bir dille, sembollerle nasıl konuştuklarına da kulak kesilmek gerek. Hatırlıyor musunuz? Ayasofya Camii ibadete açıldığında Diyanet İşleri Başkanımız elinde kılıç ile hutbeye çıktığı zaman içimizden bazıları bu ritüeli aşağılamaya, küçümsemeye kalkıştı. Oysa bu ritüel de sembolizm dilinde Türklerin gücünü ve kararlılığını dünyaya gösteren sembolik bir eylemdi. Üstelik bizim kılıcımız yere doğru bakıyordu ve bu da kendi içinde iyimser bir anlam taşıyordu. Oysa adamlar taç giyme töreni adı altında kötümser ve katliamcı pek çok emellerinin işaretlerini tüm dünyaya meydan okurcasına verdiler. Bizden bazıları ise kendi iyimser güç gösterimizle övünüp yapanı ve yapılanı alkışlayacağı yerde pek matah bir şey yapıyormuş gibi bunu gereksiz ve saçma buldular. Bunların bazıları bilgisizlikten sebep olsa da, bazıları mandacılığın gereği idi. Zira Osmanlıyı yıkıp ardından kendini bu toprakların asıl sahibi zanneden ama aynı zamanda da osmanlıdan ve Türklere ait her şeyden ve en başta da islamdan nefret edenlerin torunlarından ve sempatizanlarından mütevellit bir güruh var içimizde. Diyanet İşleri başkanının hutbeye çıkarken eline aldığı kılıç en çok da onların bir yerlerine battı! Bu da meselenin ayrı bir yönü. Bunu da ileride başka bir başlık altında konuşuruz belki.

İşte Charles taç giyerken nerelere nerelere gittim, sonra bu öyküyü hatırlamakla da birkaç yıl önce fragmanını izlemekle yetinip “mutlaka izlenecekler” listeme eklediğim “Midsommar” (Ritüel) filmini hatırladım ve dün akşam gereken zamanı da bulunca oturup izledim.

The Lottery dehşet bir öykü. Midsommar da ondan daha dehşet bir film. Ama her ikisi de nitelikli birer sanatsal yapıt.

Sanatsal yapıtlar metaforlarla doludur. Çözülmeyi, keşfedilmeyi gerektiren semboller, motifler, simgeler, imgeler barındırır, anlaşılmayı bekleyen gizil anlamlar vardır. Bu tür yapıtları yüzeysel olarak okur, izlerseniz asıl anlatmak istediği şeyleri göremezsiniz. O yüzden bir madenci gibi sözcüklerin ya da görüntülerin arkasına geçip derin derin kazılar yapmayı gerektirir. Bulacağınız şeyler o yapıtın cevheridir. Gerek edebi eserlerde, gerekse sanatsal filmlerde ben de okumalarımı bu şekilde yapmaya çabalıyor ve metin ya da film içinde bana verilen her şeye dikkat kesiliyorum.

Bu filmde odaklanılması gerekenler hem ritüellerin kendileri, hem de sinematik anlamda yönetmen vermek istediklerini izleyicisine nasıl vermiş, nelerle-neleri anlatmış… bunlar.

Filmi izlerken, ritüllerdeki üstüörtük şeylere odaklanmakla birlikte sahnelere, diyaloglara, dekorlara, kostümlere, mekan(lar)a, havanın durumuna, yenilene-içilene, kısacası gösterilen her şeye odaklanarak yaptım film okumamı. Kendi çapımda epey bir şeyler de buldum.

Film her ne kadar kötücül eylemleri konu edinse de atmosfer son derece aydınlık ve insan ruhuna iyi gelecek kadar renkli ve taptaze. Oysa korku-gizem-gerilim türündeki filmler karanlık, loş, izbe mekanlarda geçer. Yönetmen bu filmde apaydınlık havada, beyaza yakın, tertemiz, rengarenk işlemeli giysiler giyen insanlar, çiçeklerle bezeli, pastoral ortamlar, yemyeşil bir alan, düzgün mekanlar, gülümseyen yüzler vesaire ile iyiye-iyiliğe-iyimserliğe vurgu yapan bir atmosfer seçmiş. Belli ki izleyicisini bu filmden soğutmak istememiş. Olaylar renk verme sürecine geçtiğinde bile sürekli kapsayıcı ve kuşatıcı bir sıcaklık, bir hoşluk söz konusu. Bununla birlikte izleyiciyi soğutmamanın yanı sıra karanlık ve kötücül insanların ne kadar iyi ve güzel görünebileceklerine de kasıtlı bir göndermede bulunulmuş, diye düşündüm. (Filmin başlangıcı her ne kadar ana karakterin kardeşini kaybediş travmasını vermek adına sıradan sahnelerle başlasa da devamı tamamen bu atmosferde.)

Aile bireylerini kaybedip yalnızlık boşluğuna düşen bir kız ve bu kızın erkek arkadaşı ile onun okuldan arkadaşlarının, yine aynı okuldan başka bir arkadaşlarının İsveç’in dağlar arasında kalmış ücra bir köyüne davet ettiği bahar şenliğini kutlamaya gidişlerini konu alıyor film. Aslında gittikleri köy tıpkı The Lottery öyküsünde olduğu gibi pagan inançlarını ve ritüellerini binlerce yıldır devam ettiren bir köy. İnsanlar günlük yaşamlarını son derece olağan yaşıyorlar ve görüntüde her şey çok normal. Ama ritüel silsilesi teker teker devreye girince işin rengi de eninde sonunda anlaşılıyor. Ancak köye gelen bu gençlerin çoğu için de iş işten geçmiş oluyor. Filmin olay örgüsü kısaca bu. Ama yönetmen iki buçuk saatte o kadar çok şey vermiş, o kadar çok detaya girmiş ve bunları da sanatsal ögelerle harmanlayarak çözülmesi gereken o kadar çok ipucu bırakmış ki, bazı sahneler gereğinden uzun çekilmiş olsa da filmi sanatsal ve izlenesi bir film yapmaktan alıkoyamamış. Hele de öykü çözümlemelerini seviyor, filmleri salt konusu için değil sinematik değeri ve anlamları için de izliyorsanız, bu film tam size göre.

Filmin ana karakteri olan, ailesini kaybeden Dani, bize yalnızlığını paylaşması gereken acınası bir kız olarak veriliyor. Dolayısıyla -her ne kadar tam anlamıyla sevgili olamamış olsalar da- erkek arkadaşından da o yalnızlığı paylaşmasını bekliyoruz. Filmdeki onca kötücüllüğe rağmen filmin sonunda Dani’nin kendine yeni bir aidiyet, yeni bir büyük aile seçmiş olması da bize filmin esas iletisini veriyor: Yalnızlığınızı, ancak başka insanlarla biraradayken onarabileceğiniz kanayan bir yara olarak gördüğünüz sürece en kötü insanlarla bile dost olabilirsiniz. Ve bunu yaparken siz de kötülerden biri olabilirsiniz.

Dani’nin hayatta yalnız kalışı ile başlayıp kocaman komünal bir aileye kavuşmasıyla son bulan bir sürecin işlendiği bu filmde yaşanan ve olagelen çok şey var. İşte film de bizlerin o şeylere odaklanmasını bekliyor.

Mesela Dani henüz bu köye gitmeden kendi evinde iken, duvarda asılı tablolardan birinde viking tacı takmış küçük bir kızın, burnunu öptüğü kocaman ayı ile bir resmi var. Bu resmi aklınızda tutun. Filmin ilerleyen sahnelerinde köyde Dani’nin sevgilisine köyden bir kızla cinsel birliktelik yapması için bir teklif geldiğinde yine duvardaki bir başka ayı resmine bakakalıyor ve en vurucusu da finalde ayı figürü karşımıza yine çıkıyor. Çehov “oyunun başında duvarda bir silah var ise o silah eninde sonunda mutlaka patlamalıdır” der. Bu sözden hareketle ben de diğer tabloların yanı sıra özellikle bu ayı ile küçük kızı cebime atıp filmi öyle izlemeye devam ettim. Finalde de Çehov’un sözünün karşılığının verildiğini görünce hem sevindim hem de ayının neyi sembolize ettiği üzerine epeyce bir kafa yorma gereği duydum. Belki İskandinav efsanelerinde karşılığı olan bir şeyi vurguluyordur, bu denli geniş bir bilgi dağarcığım olmadığı için bilemedim. Kendi kısıtlı ayı dağarcığıma baktım zihnimde ayının neyi sembolize edebileceğini de tam olarak bulamadım. Bu bağlamda film mitolojik bir okuma yapmayı da gerektiriyor olabilir. Dünya mitolojisinde bilgim epey eksik olduğu için ayının neyi sembolize ettiğine dair bir sonuca ulaşamadım. Öte yandan, bana göre ayı, kendilerine yeni döl verecek insanla birlikte yakıldığına göre demek ki o ayının da o genç gibi bir kutsiyeti yok. İşleri bitince atılacak kadar değersizler. Ya da belki kış uykusuna dalıp baharda yeniden canlanan ayıları baz alıp bu ayıya da o gözle bakmak gerek. Yeniden doğuş için uykuya (ölüme) geçişi mi simgeliyor? Emin olamadım. Ama ayının ritüellerden birinde kullanıldığı sahnede ne amaçla kullanıldığını ve insan kurbanlardan birinin henüz kesilip içi boşaltılmış bu ayı postuna konularak yakılmasıyla neyin amaçlandığını çıkarsamam zor olmadı. Burada doğa-tanrı üzerinden insanın kaderinden kaçamayışına acı bir gönderme vardı. Bir insan olarak etkilendim.

Filmde kurban (sunak) ritüellerinin yanı sıra arınma, yenilenme, doğurganlık gibi ritüeller de var. Tanrılarını hoşnut ederken bir yerde kendileri de rahatlamayı ve içlerindeki ve yaşamlarındaki kötü-karanlık-olumsuz şeylerden kurtulmayı amaçlıyorlar. Tüm sahneleri bu ritüelleri keşfederek ve neyi amaçladıklarını çözerek izlemenizi öneririm. 9 rakamı çok önemli mesela. Törenin süresi dokuz gün. Tören sonunda kurban edilecek kişi sayısı da yine dokuz. Her detaya, yüz ifadelerine, jest ve mimiklerine kadar odaklanın. Film bizden azami dikkat istiyor. Süresi uzun ama baştan sona bunu bekliyor. Çünkü anlatacak çok şeyi var.

Filmin orijinal adı Midsommar. Yazortası demek. Bizde Ritüel olarak çevrilmiş. Ama filmin asıl ismine de odaklanmadan geçmek istemedim. Yazortası’nın bir şeylerle ilişkisi olabilir mi? Köydeki insanların inanışlarına göre insan yaşamı her biri 18 yıl süren dört bölümden oluşuyor. 18 yıl bahar, 18 yıl yaz, 18 yıl sonbahar, 18 yıl kış. Tamamı 72 yıl yapıyor. Bu durumda 72 yaşına gelmiş kişilerin, bizdeki “yaşı yetmiş işi bitmiş” atasözündeki gibi salt soyut anlamda işleri bitmiyor, bu insanlar 72 yaşına gelenlerin paganik ve aşırı korkunç ritüelleriyle somut anlamda da işlerini bitiriyorlar. 🙂 Gülümsediğime bakmayın, en etkilendiğim sahnelerden biri de bu oldu. Dani de 27 yaşında ve tam da onların belirlediği yaş takvimine göre yaz ortasında. Filmin sonuna gelince ister istemez şu soruyu sorma gereği duydum; demek ki kalan 45 yaş, 27 yaşında olan biri için ne kadar uzun, upuzun bir zamanmış! Aksi halde yalnızlık yarasını böyle bir köyde, o insanlarla nasıl onarabilirdi? Filmi izlerseniz, sonuna geldiğinizde siz de bu soruyu sorun, bir cevabınız olursa yorumlara yazın, okumak isterim.

Filmin biraz orasından biraz burasından bilgiler vererek “spoiler cı teyze” kıvamına geçtiğimin farkındayım ama bir film de konusuna değinilmeden nasıl analiz edilir, nasıl üstüne düşünülür, nasıl yorumlanır, bunu tam olarak bilemiyorum. Şimdiden sonra anlatacaklarım daha da çok spoiler içerecek. Yine de elimden geldiğince sadece üstüörtük bazı yerlerin örtülerini kaldırmakla yetinmeye çalışacağım.

Bahar şenliği adı altında bir eğlence için Amerikalı bir kaç gencin bir arkadaşlarının peşine takılıp geldiği ama bambaşka şeylerle karşılaştığı bu köyde yaşam tamamen paganik ritüeller üzerine kurulu. Yaşanılan yapıların duvarları dahi paganik semboller içeren resimlerle dolu. İki katlı, geniş bir binada, karyolaların yan yana olduğu (koğuş gibi) bir düzen içinde uyuyorlar. Herkesin rolleri ve görevleri belli. Hiç bir aksi ses yok, herkes rolünü ve görevini icra ederken uyumlu ve mutlu. Sistem böyle inşa edilmiş ve sorgusuz sualsiz devam ettirilmekte. Ağzı burnu çarpık, ucube görünümlü bir kız var, yakın akraba evliliği sonucu doğmuş olduğuna dair üstüörtük bir anlatım söz konusu. Buradan da anlıyoruz ki bu komünal köyde ensest beraberliklerin yaşanıyor olması muhtemel. Çarpık ve sapkın inanç The Lottery’deki gibi salt topraktan alınacak hasatın bolluğu ve verimliliği için gerçekleştirilen ritüel için değil, ensest sonucu dünyaya gelen çirkin ve ucube çocukların önüne geçebilmek için de. Yani hayatta karşılaştıkları her olumsuzluk için paganik bir çözüm bulmuşlar. Bu problemin çözümü de köye misafir olarak gelen gençlerin içinden biri ile, köyün ileri gelenlerinin artık cinsel ilişki kurabilir diyerek onay verdiği güzel bir genç kızın ritüelik bir atmosferde, hem de diğer kadınların bulunduğu bir yerde cinsel ilişkiye girmesi. Bu ritüel filmde uzun uzun işlenmiş. Kişilerin çırıl çıplak olduğu sahneler var. Her ne kadar atlatmak istedimse de tamamından kaçamadım. Filmi çocuklarınızla izlemeyin derim. Zaten akıllarında bir dolu soru işareti ve anlamlandıramayacakları sahneler kalacağı için ruhsal dünyalarında bir karmaşaya sebep olabilir. Filmdeki bu sahneleri erotik amaçlı görebilecek olanlar var ise onlar da filmi boşuna izlemesinler. Çünkü asıl gayeyi anlayamayacaklardır.

Misafir gelen gençlere verilen yiyecek-içecekler dahi hep başka başka ritüellerin parçası. Görüntüleri pek leziz ve iştah açıcı ama içlerine iğrenç şeyler koyabiliyorlar. Mesela o güzel kızla cinsel birliktelik yaşaması için seçilen gencin turtasından o kızın kasık tüyü çıkıyor, içtiği soğuk çayın rengi daha pembe, onun nedenini de daha önceki sahnelerde çamaşır ipine asılmış kan lekeli şeyden anlıyoruz. Bu kadar iğrenç şeyi midelerine nasıl sığdırmışlar, izlerken bir taraftan da bunu düşündüm. 🙂 Zira bu ve benzeri ritüeller Avrupa insanlarının binlerce yıllık geçmişlerinde var. Hiç de mitolojik efsaneler değiller. Tanrı Odin ya da Tanrı Thor’un iyiliğine mazhar olabilmek adına İskandinav halkların asırlar önce yapmış oldukları saçma sapan ritüeller. Tüm detaylarını bilmemekle birlikte İskandinav edebiyatı ile ilgili yapmış olduğum okumalarda, özellikle Vikingler dizisini ilk yayınlandığı zamanlarda ağzım açık, büyülenerek izlediğim zamanlarda bazı şeyleri şaşırarak öğrenmiştim. Dizide de gerçek motifler kullanılmıştır zaten. Başka bazı İskandinav filmlerinde de paganik geçmişlerinden izler görmek mümkündür. Bizim atalarımız ormana ağaç kesmeye giderken baltasını saklayıp ağaçların ruhunu dahi incitmemek, bulundukları yerde kurdun kuşun dahi hakkını gözetmek ister iken adamlar böylesi ilkel tapınmalar uğruna neler neler yapmışlar. Ve krallarının taç giyme töreninde, sözüm ona Avrupa’nın en soylusu geçinen İngilizler bile ne paganik ritüellerini yaşatıyorlar. Bizde devlet başkanı her hangi bir açılış yaptığında kur’an tilaveti okutup, bir bismillah diyecek olsa bazılarının ödü kopuyor. Elin Yunan’ı -ki ülkemizin ezeli düşmanıdır, düşmanlığından asla vazgeçmemiştir– Fransa’dan satın aldığı rafael uçaklarını rahiplerine ayinsel bir törenle hem de resmi bir alanda, devlet başkanları ile birlikte kutsatıyor, ne kendi vatandaşlarının ne de bizim içimizdeki kendi islamik ritüellerinden ödü kopanların bu duruma gıkları çıkmıyor. Üstelik hiç kimseye zararı dokunmayan, kişiyi yalnızca ibadete ve Allaha kulluğa koşullayan bir kaç saatlik kandil gecelerimiz dahi birilerinin gözüne batmaktan geri kalmıyor. Hz. Muhammed zamanında kandil yoktu, denilerek kandiller islamik kutlamalarımız içinden çıkarılmaya çalışılıyor. Kur’an-ı Kerim de Hz. Muhammed zamanında kitap olarak yoktu. Yazıya aktarılması ve kitaplaştırılması peygamber efendimiz öldükten sonra yapıldı. Müslümanların yaşam kılavuzu kur’anı da mı yok sayalım o zaman? Millet saçma sapan dinlerini uluorta yaşarken bizim insanlarımızın belli bir çoğunluğu kendilerine müslüman demekle birlikte kendi dinlerine, kendi din adamlarına, kendi dini yapılarına-kurumlarına vesaire tükürmekle meşgul. Sizler de bu duruma şaşırıyormusunuz? Ben çok şaşırıyorum. Charles’ın taç giyme törenini görüp, The Lottery ve Midsommar ile pek modern batının paganik geçmişini hatırladıkça halimize daha da şaşırdım.

Amerika ve Avrupa başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde paganizm yeniden hortlatılmakta. Bizim ülkemizde de şamanizm ve tengricilik adı altında, paganizme paralel yeni bir din türetilmekte. Çıkış noktaları ve ritüelleri farklı olsa da budizm başta olmak üzere bu tür dinler temelde aynı düzleme oturtulmakta ve gelecek nesiller arasında Allahtan uzak böylesi tuhaf dinlerin yayılması için zemin hazırlanmakta. Bu postum her ne kadar bu filmin sanatsal yönüne değinmek için yazılmış olsa da bu detayı da vermeden yazıyı bitirmek istemedim. Anneler ve babalar! Eğer müslümansanız dininize sahip çıkın ve çocuklarınıza kendi dinlerini güzelce öğretin. Boşlukta kalıp tıpkı Dani gibi boşluklarını kötücül kimselerle ve saçma inançlarla doldurarak kendileri de gün gelip o kötülerden biri olmasınlar. İnsanı iyiye ve güzele yönlendiren dinimiz birilerinin kirli hesapları üzerine dil uzattıkları gibi ne bir afyondur ne de uydurmacadır. Özüne inip yaşamına monte ettiğinde ruhumuza en büyük şifa ve bu dünyamız ve öbür dünyamız için en büyük kurtarıcıdır. Pandemiden beri dinimiz üzerine çok fazla makale, kur’an tefsiri, meali vesaire okuyorum. Meğer ne güzel dinimiz varmış da biz ondan (kasıtlı biçimde) uzak tutulmuşuz. Allah tam anlamıyla uyananların ve tüm derinliğiyle keşfetmek ve yaşamak isteyenlerin yanında olsun! Dünya sadece günümüzü gün etmek için içine salıverildiğimiz hedonistik bir oyun alanı değil!

Midsommar’ı izlerken ben en çok bunları düşündüm. Çıkarımlarımı kendi çapımda yapmaya çalıştım. Tamamını olmasa da bazılarını buraya aktarıp bilmek isteyenlerin dağarcıklarında da yer bulsun istedim. Sanatsal yapıtlar en öncelikle kendilerine odaklanan insanları düşündürmek için yapılır. Her insan sanatsal yapıtlardan başka başka anlamlar çıkarır, başka başka yollara çıkar, başka başka sonlara ulaşır. Benim de bu filmde yolculuğum kendimceydi. Buraya kısa bir dökümünü yaptım, hatrı sayılır bir miktarı belleğimde kaldı. Yaşamak da bir yerde belleğe sürekli bir depolama işi değil mi? Belki bir gün orada istiflenenler de başka bir mecrada başka başka sebeplerle gün yüzüne çıkar, yine dökülür. Belki üstlerine zamanla başka şeyler eklenir, dönüşür, değişir, çoğalır, daha da büyür. Beni de çoğaltır, beni de büyütür. Sanatsal yapıtların bir de böyle misyonları var. Sırf bu sebep için bile böylesi düşündürücü filmler izlenmeye değer.

İzledim… Kendime kazanç saydım.

.

Not : The Lottery (Piyango) öyküsünü ve daha bir çok kült öyküyü 20 yıl kadar önce elimde sözlük, günlerimi gecelerimi vererek tek tek Türkçeye çevirmiştim. Bilgisayarım çöküp içindeki şeylerim asla kurtarılamayınca hepsi yok olup gitmişti. (Sonra harici bellekler, usb ler çıktı, şimdi her şeyimi oralarda depoluyorum. Ama kaybettiklerim gitti.) Bu zaman içinde çeviren başka kişiler de oldu. İçlerinde en çok (bir kaç yeri farklı çevrilmeliydi demekle birlikte) Egemen İmre’nin çevirisini beğeniyorum. Okumak isterseniz öykünün Türkçesi burada

Bu yazı sevdiğim filmler içinde yayınlandı ve , , , , , , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

3 Responses to Sevdiğim sanatsal filmler 3- Midsommar / Ritüel

  1. Zeynep dedi ki:

    Beni en çok şaşırtan şeylerden biriydi, Ayasofya’nın ibadete açılması kararına muhalefet eden yurdum insanının olması. Ben Türk’üm, ve o ibadethane benim atamın, dünya tarihine yön veren başarısının sembolü. Bir kişi bile aksi yönde konuşmamalı, konuşamamalıydı.
    Çıktı bir kaç çatlak ses. Tarih şuuru olmayan her şeyi günlük siyaset üzerinden değerlendiren insanlar diyerek kodladım zihnimde. Bu sorunun üstünden geçtim. Fakat Diyanet İşleri Başkanımızın hutbeye elinde kılıçla çıkmasına itirazları duyunca, ta başa döndüm ve Ayasofya’nın ibadete açılmasına muhalefet etmenin de altında başka motivasyonla olduğunu net bir şekilde anladım. O kılıç eğer bir tehdit unsuru ise bu topraklardan hiç kimseye karşı bir tehdit değildi esasında. O kılıçı tehdit unsuru olarak algılamak için bu ülkeye bu insanlara aidiyet duygusuna sahip olmamak gerekirdi. Aslında biliyoruz ama bir kere daha altını çizdi o olay. Aramızda bizim kimliğimize bürünmüş ama bizden olmayan, bizim sevincimizle sevinmeyen, bizim üzümtümüzle üzülmeyenler var.

    Ayrıca “iki günü birbiri ile aynı olan ziyandadır” diyen bir din nasıl afyon olur. Direk alsiyonu öneriyorken.

    Film ve öykü senden dinlediğim kadarıyla hem çok seyredilip, okunası hem de benim ruh dünyama ağır gelecek çok şeyi barındırıyor. Ama aldım notların arasına. Kısmet ne zaman inşallah. Mutlu günlerde buluşmak dileğiyle. Sevgiler

  2. rusyena dedi ki:

    Onların kim olduklarının cevabını en kestirmeden şurada buluruz: Osmanlı’yı salt Türk etnisiteli insanlar oluştumuyordu. Fethettikçe içine başka dinlerden, başka milletlerden insanlar eklemlendi. Onların bazıları bizden oldu, bazıları bir gün bu devranın ters dönmesi için sessizce bir kenarda gizli gizli çalıştı. Meşrutiyet, padişah yetkilerinin sınırlandırılması, yönetim kadrolarını ele geçirme vesaire derken bizden olan bazı aklı eksikleri ve hayalperestleri de yanlarına alarak emellerine ulaşıp koskoca imparatorluğu paramparça ettiler. Omurgayı temsil eden Anadolu coğrafyası ve Türklük yine onların ağızlarını sulandıran en büyük parça oldu. Çünkü bu parçalara yine gerçek Türkler sahip çıktılar. Yine en güçlü parça bu ana parça idi. Ama bu kez yönetim de ellerine geçti. Kendileri Türklere benzemektense Türkleri kendilerine benzetmeye çabaladılar. Zorbalıkla, asarak, bombalayarak, suikastlar yaparak ve okullarda tazecik beyinleri sinsi sinsi işleyerek belli bir çoğunluk üzerinde emellerine kavuştular. Bugün ülkemizde Türkler aleyhine, islam aleyhine, milliyetçilik aleyhine söylenen çirkin sözlerin, yapılan saldırıların ve kasıtlı karalamaların arkasında onların evlatları ve beyinleri onlar tarafından şekillendirilmiş kendi içimizden Türk vatandaşlarımız var. Onlar bizim sevindiklerimize bizimle sevinemedikleri gibi, üzüldüklerimize de bizimle üzülemezler. Çünkü artık ruhen de, kalben de, zihnen de bizden değiller. Farkında olmadan o cenahta olanlara Allah tez zamanda uyanmayı nasip etsin, Türk ve islam düşmanlığını ezelden ebede götürmeye kararlı olanlara da Allah kahhar ismiyle kahretsin. Zira Osmanlı’yı parçalatan bu zihniyet Türkiye Cumhuriyeti’ni de parçalatmaktan zinhar çekinmez. Çöktükleri bu topraklar kendi atalarının kanıyla canıyla alınmadı çünkü. Dağdan gelip bağdakileri kovarak hazıra kondular, utanmadan sıkılmadan, pişkin pişkin Türkiye Cumhuriyeti ni asıl kuranlar / kurucu ögeleri bizleriz diyebiliyorlar. Osman Bey Bilecek-Söğüt’te Osmanlı Beyliğini kurarken yanında hangi sabetaycı, hangi yahudi, hangi ermeni, hangi bulgar, hangi rum, hangi arnavut, hangi yugoslav vesaire vardı? Ama bugün sabetaycı da, ermeni de kalkıp yüksek sesle biz bu ülkenin kurucu unsurlarıyız diyebiliyor. Osmanlı’ya çöktük de parçalatıp ellerinde kalan en büyük parçaya biz konduk demiyorlar.

    Bugün geldiğimiz noktada bizleri tamamen kendilerine benzetememişken, hele de islami çizgisi olan bir hükümet iktidarda iken, yaşamın ve ülke yönetiminin içinde bazı islami unsurlar ön plana çıkabiliyor, bazı islamik ritüeller rahat rahat gerçekleştiriliyor iken, bize ve bize ait, islama ve islamiyete ait şeylere tükürmesinler de ne yapsınlar? Ellerinden gelse müslüman Türkleri bir kaşık suda boğup bu topraklardan atmak isterler de Allahtan sayımız çok, bunu yapamayınca işte her an böyle karın ağrılarını gösterip duruyorlar. Belki bir gün bu konuda da uzun uzun yazarım. Zaten bu cevap da mesajı geçti post olma yolunda ilerliyor. 🙂 Güzel dileğine “amin” diyor, ben de sevgilerimi gönderiyorum Zeynepcim.

  3. Geri bildirim: Nisan – Mayıs – Haziran – Temmuz 2023 – Aydöküm | ruşyena

Yorum bırakın